Batırılan KTHY mağduru çalışanlar çadırda, evlerine ekmek götüremiyor, elektrik-su parası ödeyemiyor, ev kirası veremiyor, çocuğunun cebine harçlık koyamıyor.

                               Birçoğu arabasını, altın takılarını dahi satarak, en azından evladının okul masrafını karşılamaya çalışıyor.

                               Memleket işsizlikten kırılıyor. “İş bulabilenler” ise, UBP’nin kurduğu “parti-devlet” rejimine kulluk etme şartıyla istihdam edilebiliyorlar.

                               “Parti-devlet” sadece kamuda çalışan bir kesim insanımızı değil, özel sektör üzerinde oluşturduğu baskı ve tehditlerle, hasbelkader buralarda iş bulan UBP yanlısı olmayan insanları da kapı önüne koydurtuyor.

                               İnsanları bir dilim ekmeğe muhtaç ediyorlar ki;

                               “Parti-devletin” derebeyleri ve rejimin ağababaları önünde takla atmadan, diz çökmeden bir iş sahibi olamayacaklarını anlasınlar, rejime ve bekçilerine kayıtsız şartsız biat etsinler…

                               Kısacası yoksulluk ve açlık sınırında gidip geliyor onbinlerce işsiz insan şu ülkede…

                               Bu sefalet girdabına kapılmak istemeyenler ise çekip gidiyorlar bir daha gelmemek üzere memleketten…

                               Ve bu yangının içinde, bu sefalet girdabının tutsağındaki ülke ve devletin kendi halkına zerre kadar insan muamelesi yapmadığı koşullarda;

                               Açarsınız gazetelerin magazin sayfalarını…

                               Ve karşınıza bu müreffeh(!) ülkenin bir dolu Bakan ve Vekilinin üzerinde kuş sütü eksik olan mükellef masalarda “Sezen Aksu keyfi” yaptığını görürsünüz…

                               “Zevkten bidda” adeta… Esrik kafalar ve yoksulluğun, işsizliğin pençesindeki halkla alay edercesine mütebessim suratlar…

                               Keşke Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni Büyükelçisi Sayın Halil İbrahim Akça da bu saltanat sofralarını şöyle bir incelese ve aslında Türkiye’nin kaynaklarının nerelerde saçıldığını mercek altına alsa… O zaman, bu ülkenin başında 35 yıldır boza pişiren bir saltanatın sefalete sürüklediği bir halktan da daha fazla sempati alacaktır, eminim…

                               Şimdi… Herkesin evinde, büyük sanatçı Sezen Aksu’nun enaz bir kaseti veya CD’si mutlaka vardır.

                               O evin anne-babalarının gençliklerinde iz bırakan Sezen Aksu şarkıları kadar, bugün genç ve dahi çocuk yaştaki evlatlarına da, “Serçe”nin şarkıları rahatlıkla hitap etmekte, onları “damardan” yakalamaktadır.

                               Hatta genç yaşta çocuk sahibi, ardından torun sahibi olan bizim yaş kuşağı da aynı ölçüde keyifle dinler Sezen Aksu’yu…

                               Ama onlar, bu ülkenin tuzu kuru Bakan ve Vekilleri gibi mükellef sofralara kurulup, canlı ve yakından izleyemezler Sezen’i…

                               “Tamam çocuğum, başka zaman gideriz Sezen konserine, tak CD’yi evde dinle, ne işimiz var o kalabalığın içinde” şeklinde evlatlarını avutmaya çalışan anne-babalar, aslında işsiz, aslında ekmeksiz ve “parti-devlet” rejiminin çadırlara mahkum ettiği, sokağa attığı insanlarımızdırlar.

                               Magazin sayfalarında, Sezen Aksu dinlerken, kurulan sofraların ihtişamından “zevkten bidda” olarak kameralara poz veren “mütebessim suratlar”, bir yerde “sıfırı tüketen” ülkedeki siyaset düzleminin “vardığı boyutun” ve neden bu halkın siyasetçiye güveninin “sıfır” noktasına indiğinin de enstantaneleridir.

                               Artık “Minik Serçe”likten çıkıp “olgun ve dolgun bir serçe” haline gelen Sezen Aksu’yu o sofralarda dinlerken kursaklarından kaç lokmayı rahatça geçirerek midelerini doldurmuşlardır “saltanat konukları”, bilemem…

                               Lakin umarım halkımız bunların faturasını bir gün çıkarır.

                               Çıkaramazsa da, işte böyle boş midelerle, ekmeksiz evlerde, işsiz hanelerde ve de kahırla dolu bedduaların ezgileriyle birlikte sadece izlerler saltanat eğlencelerini…

                                           *                   *                   *

                               Lefkoşa’daki rejim ülkenin bir parçasını “düşman” ilan edip, onu manevi olarak KKTC sınırlarının dışına fırlatan bölgeci ve diskriminasyona dayalı politikalarının “bardağı taşıran son damlası” Lefke-Çetinkaya Kupa Finali olmuştur. Eğer bu konuda ağır mağduriyete uğrayan Lefke’nin sesine daha fazla kulak verilmezse…

                               Birkaç “işbirlikçi kulüp” haricinde, camiada güvenilirliği “sıfıra” inen Futbol Federasyonu’nun bir numaralı müsebbibi olduğu kupa finalindeki olaylar ve perde arkası hakkında, güvenilir isimlerden oluşan bağımsız bir araştırma komitesi oluşturulup, mesele aydınlığa kavuşturulmazsa…

                               Benim de biricik meselelerimden birisi bu konu olacaktır.

                               “Aman yarayı kaşımayalım” diyenler de lütfen bundan sonra “yaranın kaşınması” muhabbetinden çok, bu yaranın neden ve kimler tarafından açıldığına odaklansınlar, adaletin tecellisine önayak olsunlar.

                               Birtakım tezgâhlardan kuşkulanarak Final maçına tam üç kamera götüren Lefke’nin elindeki CD’lerden işe başlamaya ne dersiniz?