Geçenlerde eski bir dostum kendince şöyle uyarmıştı(!) beni:
“Bu statükodan kolay kolay kurtulamayız, sen de bunu kabullen ve statükonun hayatın her alanında üslenen gözü dönmüş unsurlarıyla çok da fazla didişme”…
Gülümsedim sadece ve ekledim:
“Eğer basın-yayının bir yerlerinde bir şekilde bir söz hakkımız varsa ve eğer bizim gibi insanlar bu durumu değerlendirmeyip, ‘sin da gulle geçsin’ pozisyonuna yatacaksak, yazma zahmetine de hiç katlanmasak daha iyi olmaz mı?”
“Ancak bu memlekette bazı adamlar sırf ‘sinsinler’ diye medyada yer almıyorlar mı, statükonun temel kuralı bu değil mi?” diye sordu bu kez…
“Olabilir ama ben eğer bu statükoyla didişmeyip tamamen bir kenara çekilirsem, kendi kendimle didişmeye başlar, prensiplerimle kavga ederim ki, bunun başta kendime olmak üzere, hiç kimseye bir faydası olmaz” şeklindeki duruşumu bir kez de ona anlattım.
“Sen bahcana maydanoz, domadezcik hıyarcık ek da boşver, seni düşünen var mı ki, haksızlık saydığın her olayda hemen öne çıkıyorsun?” gibi bir de “tavsiyede” bulundu.
Elhak… Söyledikleri hepten yanlış değil…
Lakin biz de inandığımız bir davaya “ancak birilerinin bizi kollaması” şartıyla atılan adamlardan olmadık.
Evet, şu günlerde kendimi her zamankinden daha fazla bahçemdeki zerzavata verdiğimi söyleyebilirim.
Ve fakat bu durum, günlük yaşam kavgalarım ve inandığım herhangi bir davanın alternatifi olmaktan çok;
Sıvandığım mücadeleler için daha fazla moral depolamamı sağlayan bir faaliyet… Dinlenip yeniden harekete geçmeme ve bunlar için daha güçlü bir ruhsal tahkimat yapmama yardımcı oluyor bahçemle uğraşmak…
Mesela diktiğim ve tutacak mı diye merak ettiğim bir fidancıktan süren ilk taze, yeşil filizi gördüğüm anda o heyecanla ben de adeta yeniden sürgün veririm hayata ve mücadeleye…
O fidan boy attıkça, ben de onunla yarışırcasına kavgama yeni bir merhale eklerim…
Her seferinde de;
“Allahım beni utandırma, inançlarıma ters iş yapmaktan alıkoy ve dayanma gücü ver bana” derim… Tıpkı bir fidanı büyütürken yakardığım gibi…
Bu yüzden hayatın her alanında karşımıza dikilen çürümüş ve kokuşmuş statükoya karşı da aynı sabır ve kararlılıkla yeni fidanlarımızın filizlerinin umut nöbetini tutmak durumundayız.
Ve ne statüko, ne de statükonun gözü dönmüşleri kalıcı değil…
Eninde sonunda siyasi sistemleriyle ve tüm kapıkullarıyla çekip gideceklerdir.
O günleri görebilme adına dikmek ve yeşertmek gerekmektedir yeni fidanları…
Şair Kemal Burkay’ın unutulmaz dizelerinden Sezen Aksu’nun söylediği “Gülümse” isimli parçayı, hemen herkes bir çırpıda mırıldanabilir sanırım.
Hani; “Belki şehre bir film gelir…” diye başlayan bölüm var ya…
Ben de o dizeleri ülkemiz için şu şekilde uyarlamaya çalıştım:
“Belki ülkeye bir çözüm gelir,
Bir güzel orman olur yazılarda…
İklim değişir, Akdeniz olur…
Gülümse…”
Olacak inadına… Fidanlar bir güzel orman, iklim de yeniden Akdeniz olacak… Gülümsemeye devam edelim bu umutla…
* * *
Levent Özadam kardeşim sonunda ne yaptı etti, bizi de dürttü ve Fenerbahçe’nin adının da geçirildiği Türkiye’deki “şike iddiaları” konusunda dünkü mesajında kendinin de kullandığı ibareyle “Fenerbahçe Cumhuriyeti’ndeki depreme neden ses seda çıkarmadığımızı ve Fransız kaldığımızı” sordu.
Gerçi “Fransız ekolüyle bakış açısı, ezeli rakibimiz (ne kadar rakipse) “Galatasaray mektebine” özgüdür ama… Biz de Fenerbahçemize kayıtsız değiliz elbette…
Yine de bu konuda en isabetli değerlendirmeyi Aykut Kocaman yaptı ve “birşeyler araştırılacaksa işe 1958’den başlanması gerekir” diyerek taşı gediğine oturttu.
Öncelikle, ezeli rakibimiz Galatasaray’ın o yıl rüyasında bile göremeyeceği bir “şampiyonluk” almasına sebep olan beş sezon önceki Fenerbahçe-Denizli maçının karanlıkta kalan yönleri aydınlansın… Daha bir sezon önceki son maçların perde gerileri aralansın… Ondan sonra konuşalım diyeceğim ama…
Fenerbahçe Cumhuriyeti mensubiyet ve aidiyetiyle, sezonluk olaylardan çok kolay etkilenen sıradan bir kulüp takımı taraftarlığı arasındaki büyük farkın idrakinde olan bir Fenerbahçeli olarak, şerefli camiamızın bu zor günleri atlatacağına inancımız da tamdır…