Tam 40 yıl yaşadığım ve artık daha fazla yaşayamayacağımı anlayıp 31 Aralık 2010 tarihinde veda ettiğim Lefkoşa’dan ayrılırken;

                               Bu şehrin günlük yaşam devinimi içerisinde neredeyse hemen her gün gördüğüm veya merhabalaştığım son yaşlı çınarlara da aslında “elveda” diyormuşum meğer…

                               Öyle ya… Günlük yaşamınız Lefkoşa’da, önemli bir kısmı da “eski Lefkoşa” içinde geçiyorsa… Mutlaka o yaşlı çınarlarla bir merhaba alışverişiniz oluyor.

                               Onları meslek icra ettikleri mekân ve yerlerde kentin değişmez profili olarak algılıyorsunuz.

                               Bir mal, bir hizmet satın alırsınız almazsınız, o ayrı konu…

                               Lakin onların varlığı, artık şuurunu yitirmiş bir kente dönüşen Başkent’te, her gördüğünüzde yüreğinizi ferahlatan simgeler olurlar.

                               Benim gibi Lefkoşa’dan ayrılıp, artık sadece zorunlu bazı hallerde Başkent’e gitmek ve hemen dönmek durumunda kalırsanız eğer;

                               Orada günlük yaşamınızı geçirmediğinizden şehrin yaşayan simgeleriyle de haliyle daha az karşılaşma imkânı bulursunuz. Oradan kalıcı olarak ayrılırken de onları bir daha ne zaman göreceğinizi bilemezsiniz.

                               Yine de “elveda” demek geçmez içinizden ayrılırken…

                               “Mademki hayattalar ve mademki bizler de hayattayız yine bir merhabamız olur mutlaka” diye düşünürüz.

                               Oysa onlar, kentle özdeşleşen insanlar olmalarına rağmen, o şehrin ömrü kadar yaşam süreleri olmuyor işte…

                               Gerçi benim nazarımda Lefkoşa artık varla yok arasında ve yukarıda da belirttiğim gibi şuurunu kaybetmiş, komada bir kent…

                               Lakin onu bildiğim, tanıdığım kent yapan yaşayan değerleri de birer birer göçtükçe, yüreğimde Başkent için bir umut kırıntısını muhafaza edebilmem dahi zorlaşıyor.

                                           *                   *                   *

                               Son 10 gün içinde Başkent’in yaşayan iki simge profilini daha ardı ardına kaybetmemiz beni oldukça hüzünlendirdi, gözlerimin dolmasına yol açtı.

                               Önce sandalye ustası Nevzat Öke göçtü…

                               Hemen ardından da İşini bir sanatçı ustalığı ve özenle yapan ayakkabı boyacısı Rauf Haksun… Hep “Rauf dayı” diye hitap ettiğimiz, Sarayönü’nün karakteristiği bir figür…

                               Bizim kuşaktan, hatta öncesinden ve sonrasından, Kıbrıs usulü hasır sandalyeleri Nevzat ustanın örmediği bir tek ev var mı acaba Lefkoşa’da?

                               Nasıl döşerseniz döşeyin, hangi tarz mobilya kullanırsanız kullanın, her evde bulunması gereken sandalyelerdir hasır sandalyeler…

                               Evlendiğimizde bizim evimiz için de öyle oldu. Nevzat usta ve ailesinin hünerli elleriyle ördükleri ve benim de yaz-kış tercih ettiğim hasır sandalyelerde hala oturuyoruz.

                               Hiç sohbetimiz olmadı Nevzat ustayla… Ancak surlar içine girişte, arı gibi çalışan insanların kapı önünde veya içeride sandalye ördüğü mütevazı dükkânının önünden geçen yolu kullanırken, onun oradaki varlığını, bugün ölmekte olan bu şehrin atardamarlarından biri gibi algıladım hep…

                               Gerçekten öyleymiş meğer… Kaybedince daha iyi anlıyoruz bunu…

                                           *                   *                   *

                               Rauf Dayıya ayakkabı boyamak için gitmek ise benim için, yazılmayan tarihe bir yolculuk, geçmişe bir serüven olurdu hep…

                               Kendi maceralarını anlatırken, bu toplumun İngiliz devrinden bugünlere yolculuğunun en enteresan detaylarını da öğrenirdiniz.

                               Ayakkabı boyatan polis zabitlerini, mahkeme binalarında hâkim huzuruna çıkan Türk-Rum sanıkları, devrin hâkimlerini, kasabalardan köylerden Başkent’e gelen insanların çilelerini, sorunlarını ve adamızın o günlerdeki günlük yaşam koşuşturmalarını anlatmaktan hiç usanmazdı Rauf Dayı…

                               Kaprisli, kendini beğenmiş ve oraya geldiklerinde kendisini rencide edici konuşmalar yapanların ayakkabılarını boyamayı reddettiğini söylerdi hep… İnsan gibi insan isterdi karşısında velhasıl…

                               Boyamaya başlamadan mutlaka birer sigara yakardık karşılıklı…

                               Ve tavlada hakkından geldiği kişiyi göstererek, “usta geçinir ama benimle oynayınca anlar kimin usta olduğunu” diye onu “tele” alırdı.

                               En son kendisine gittiğimde, yani yaklaşık iki ay önce bana, Lefkoşa’nın Rum kesimindeki Atalasa bölgesinde gençlik dönemlerinde arkadaşlarıyla yaşadıkları bir olayı, başlarını Rum polisiyle nasıl belaya soktuklarını ve nasıl kurtulduklarını, adeta tekrar yaşarcasına anlatmıştı.

                                           *                   *                   *

                               Nevzat Usta… Rauf Dayı… Ardı ardına göçtüler bu dünyadan… Onlardan çok, aslında Lefkoşa ölmekte…

                               Şuurunu kaybetmiş şehir artık hayatiyetini de kaybetmekte…

                               Bir devir biterken, Başkent de bitmekte…