Dünkü yazımı, 1974’ün hemen sonrasında Kuzey’e toplanan Kıbrıslı Türklerin dünyaya sözde “zengin bir demokrasi” imajı verilmesi adına, nasıl farklı siyasi partilerde yapay olarak saflaştırıldığı, buna teşvik edildiği sorusuyla noktalamıştım.
Farklı parti kurma ihtiyacı yaşanmayan, ulusal mutabakatın en güçlü olduğu bir dönemde, “sırf parti kurulsun” diye altı ayda leblebi gibi partiler kurmaya başladık ve altyapısı Kıbrıslı Türkler tarafından inşa edilmeyen “çok partili” bir “sisteme” sözde geçiş yaptık.
Savaştan yeni çıkmış bir halk olarak, siyaset bağlamında ciddi görüş farklılıklarımız yoktu oysa… “Farklı olun, çeşitli partiler kurun” telkinleri(!) sonucunda, büyük toplumsal mutabakatları bir kenara bırakarak, siyasi ayrılık ve farklılık unsurları aramaya başladık, sözde “çok partili demokratik sistem” adına…
Ve kısa sürede kurulan pek çok partinin “farklılık kriterleri”, ülkede bir türlü kontrol edilemeyen ganimet, yağma, talan ve vurguna ilişkin paylaşım ve bu ortamdaki haksızlıklar üzerine yoğunlaştı.
“Siyasi” ayrışma ve saflaşmalar “kim ne yedi, kim ne yemedi” düzeyinde şekillenirken, husumet ve kişisel-grupsal rekabete dayanan “siyasi” oluşumlar ortaya çıktı.
Ganimetin kaymağını yiyenlerin üslendikleri partiler ise, yağma ve vurguna dayalı statükoyu ve bu adaletsiz sistemin payandalarını kısa sürede oluşturup zamanla kurumsallaştırdılar.
Yağma, ganimet ve talandan dolayı mağdur olan kesimler ise o günlerde ganimetçilik karşıtlığı üzerine örgütlendiler.
Ancak zamanla iyice palazlanan soyguncu statükonun sahipleri, bağımsız devlet oluşumunun omurgasına da yerleştiler ve 1980’li yılların ortasından itibaren de Kuzey’deki otorite, halktan tamamen kopuk bir “parti-devlet” modelinde siyasallaştı, partizanlaştı.
Böylesi adaletsiz ve vurguna dayalı sistemde, geçmişin ganimet ve soygunlarının hesabı sorulamadığı için de, hala daha kanayan, sancı veren bir büyük yara, hem bugünlere, hem de gelecek nesillere taşınmış oldu.
Bugün yaşadığımız birçok felaketin sebebiyse;
Toplumun terini akıtmadığı, uğruna mücadele etmediği, dünyaya sırf Kuzey’de “çok ama çok partili” bir demokrasi olduğunu gösterme gailesiyle “bahşedilmiş”, “ısmarlanmış” ithal çarpık temsili sistem ve bu sistemin köşe başlarını tutmuş olan ganimetçi ve yağmacı “kadrolardır”.
Hadise de özetle budur.
Peki, temelinde 1974 sonrası ganimet, yağma, talan, vurgun ve soygunun bulunduğu bu sistemi Kıbrıslı Türkler mi icat edip uygulamaya koydu?
Hayır…
Sistem, Türkiye’deki hükümetler tarafından buraya ihraç edildi. Ve fakat uygulamadaki çok büyük aksaklıklar daha ilk 10 yılda belirgin bir şekilde ortaya çıkmasına ve bu ülkede ganimetin yanısıra, tam bir israf ve kaynak savurganlığıyla bunun üzerinden iktidar saltanatı süren bir oligarşinin oluşmakta olduğu görülmesine rağmen;
Görmezlikten gelindi. KKTC’nin kurulmasıyla gerçekten adil, çağdaş, Kıbrıslı Türklerin kendi koşullarına göre şekillendirilen ve 1974’ün hemen sonrasındaki yağmanın hesabını sorabilecek bir demokratik anlayış ve devlet yapısı umut edilirken;
Aynı vurguncu ve ganimetçi yapı, KKTC devletinin omurgasına yerleşti. Yeni kurulan devletin, “halkın devleti” değil, 1974 sonrası ganimet, vurgun ve yağmanın sahiplerinin domine ettiği bir yapı olmasına göz yumuldu.
İnsanların bu duruma isyan etmelerinin önünü almak için de, Ankara’dan buraya aktarılan büyük kaynağın önce statüko sahipleri tarafından iç edilmesine, bir kısmının da “avanta” olarak çeşitli kesimlere dağıtılmasına ses çıkartılmadı. Bu küçük avantalar sayesinde statüko sahiplerinin sonsuz iktidar saltanatı sürmeleri ama aynı zamanda Kıbrıslı Türklerin üretimden koparılıp, dağıtılan bazı avantalar ve kıyak kamu istihdamlarıyla “uslu durmaları”, “durumu idare etmeleri”sağlandı.
Hakka ve hukuka dayalı bir sistem ile “Özyönetim” idealinin savunucusu rahmetli Ecevit’ten başlayarak, son iki dönemdeki iktidarı sırasında statükoyu sarsan bugünkü Başbakan Erdoğan’a kadar;
Arada gelmiş geçmiş tüm Türkiye hükümetleri KKTC’ndeki bu sürdürülemez adaletsiz harami düzenini, yağma, talan, ganimet ve kaynak israfıyla beslenen şu rejimi – ilginçtir – elleyemediler ve rejimin sahipleriyle iktidar bekçilerinden hesap sorulmasını da sağlayamadılar.
Hatta tüm bu felaketlerin sorumlusu olarak bugün bile Kıbrıs’ın Türk halkı suçlanmakta, acı reçeteler de saltanat sahipleri yerine halkın önüne konulmaktadır.
Devam edeceğiz.