Belki savaş travmasındandır; belki sıcakların beyinde yarattığı tahribattandır; bilemem; bilmiyorum ama her temmuz geldiğinde, çocukluğuma dönerim…
Tabii ki zaman değişti. Tabii ki şimdiki çocuklarla bizim çocukluğumuz, tıpkı bizden öncekilerle bizim farklı olduğumuz gibidir.
Ama, kendimi kontrol edemem işte; eleştirmek isterim; yazmak gelir içimden ve haykırmak; “Eskiden biz çok mutluyduk” diye…
Eskiden Play Station ya da Xbox yoktu… Mappurolar, zangalaklar, guş lasdikleri (Sapan ya da kuş lastiği de diyebilirsiniz) vardı… 
Şimdilerde yasak ama bizim çocukluğumuzda “ağ kurma” ya da “serpme” işi vardı… Sokaklardaydık…Hepimiz güneş yanığıydık; sarıydı yazları saçlarım; yanıktı… Kışın kararırdı. 
Çocukluğumda ailenin toplanması, her türlü buluşmalar, bayramlar, yaz tatilleri, kolu komşu bir başka sevgi doluydu. Özellikle bayram ziyaretleri… 
Evet, savaş öncesi, savaş ve savaş sonrası vardı çocukluğumda… Ama o bile bir mutlu heyecandı galiba…
Denize gitmek, her günün mutluluğuydu. Denizlerde kalabalıklar ve reklam şemsiyeleri yoktu. Kumda taşta otururduk ve mutluyduk. Parayla da girmezdik denizlere… 
Tarlada hıyar, çilek toplamak; asmaları ilaçlamak vardı çok erken kalkıp… Sıcaktı yine ama mutluyduk.
10’lu yaşlarıma kadar; yani 1974 sonrasının ilk yılları dahil; hiç “hırsız” kelimesini işitmemiştim.
“Dolandırmak” nedir bilmezdim. Hiç “katil” de görmemiştim… Hatta duymamıştım…
Kaldığımız evin anahtarı yoktu. Kapısı hep açıktı. Veya, anahtarın yerini herkes bilirdi. 
Nenemin evinin kapısı 24 saat açıktı. Zaten kapının yanında uyurduk yaz akşamları. Nenem bir yanda, dedem öte yanda… Kavgaları büyük eğlenceydi benim için… Rumca konuşurlardı anlamayayım diye ama her söylediklerini anlardım… 
Çok erken yatardık. Çünkü TV’ler henüz özelleşip saçmalaşmamıştı. En tehlikeli uyuşturucudan daha tehlikeli Türk televizyon dizileri yoktu. Uyuşturucu dedim de; gannavuri vardı. “Bunlar çeker” deniliyordu bazı büyüklerimiz için; biz de kavrulmuşunu yerdik. Bayılırdım...
Tavuğumuzu biz beslerdik; keçimizi, kuzumuzu da… Yumurta ve tavukta hormon korkusu yoktu. Domates bizimdi. Nenem ve dedem, domates satın alana gülerdi. Salça satın alana da…  
Çok güzel kavurma, hellim, pilavuna, çörek yapardı nenem. Ve ikinci yoğurmaya kadar “gafgalya”mız mutlaka kalırdı…
Sabahları taze sütle kahvaltı yapardık. 
Kaldığım köylerin hep otobüsleri vardı. Ve biz onlara “bus” derdik İngilizler gibi…
İtiraf; tutuklayın; ama öyleydi; sadece serpme ya da mikşayla değil, hava tüfeciklerimizle vururduk; hatta ağaçlara, kerpiç duvarlara tırmanıp, yuvalarından da kuş toplardık – avlardık ve mangalda pişirip yerdik onları! Vahşet mi? Olsun; vallahi çok mutluyduk. Elimize yılan değerdi deliklere sokarken; korkudan kıçımızda peksemet olurdu dışkı! Ve mutluyduk!
Havaalanına gitmek büyük heyecandı. Hele birini karşılamak… Düğünler çok azdı ve 
mutluluktu; şimdi resmen eziyet… 
Sabaha kadar yazarım mutlulukları… Her an, her anı mutluluktu… 
Elbette dünya değişti…
Elbette teknoloji, kapitalizm falan ve de filan… 
Ve bu falan ve de filan sayesinde; sevgisiz – selamsız kaldık.
“Bayramlar mı eskidi bizler mi yaşlandık?” der şarkı…
Doğrudur, bayramlar eskidi ve bizler de yaşlandık ama “bozuldu” buraları…
Klasik bir yorum belki de… Çok bozuldu buraları.
Selamı sabahı kestik arkadaşlarımızla… Azaldık da…
Ölüm ilanları, ölüm ilanları… 
Onlar meçhule giderken; ve şaire inat biz arkadan mendil de sallarken tükeniyoruz… 
Onlar meçhule gidiyorlar da bizim gidişat onlardan farksız değil aslında… 
Üstelik canlı canlı tükeniyoruz…
Seyrede seyrede bitiyoruz…  Aaah o günler aahhh! İç çekerek gidiyoruz…