KKTC’yi gerçek bir devlet olmaktan alıkoyan şey nedir? Uluslararasında yok sayılması mı, yoksa daha içkin sebepler mi?

Doğrudur; BM’den veto yemesi, Güvenlik Konseyi tarafından lanetlenmesi ve tüm dünya tarafından hastalıklı bir bünye gibi dışlanması, KKTC’nin normal bir devlete dönüşmesini ciddi biçimde önlüyor. Fakat burayı devlet olmaktan çıkaran nedenler, yine de esas olarak kendinden kaynaklanıyor.

Elbette uluslararası örgütlerde temsiliyet, dış bağlantılar, elçi kabulleri ve yoğun bir liman trafiği, bizi ciddiyete davet etmeye kâfi gelebilirdi. Ama bütün bunlardan mahrum olmak, bugünkü laubali halimizi açıklamaya yetmiyor.

Dünyanın kâğıt üstünde yok saydığı bir yerde yaşıyor olmak, bizde daha güçlü, daha dirençli ve daha sokulgan olma azmi yaratabilirdi. Oysa biz bunun tersine, yılgın bir halde kendimizi akıntıya bıraktık.

Bugünkü törenlerde tekrarlanacak olan “devletimizi sonsuza kadar yaşatmaya yeminliyiz” nutuklarına bakmayın siz… Ülkeyi yönetenler de dahil olmak üzere hiç kimsenin yaşadığı topraklardan umudu kalmadı.

Siyasetimizde KKTC’ye bakış konusunda geleneksel olarak üç farklı siyasal söylem kümesi belirgindir.

Birinci grubu, dünyaya “siz kabul etseniz de etmeseniz de bir devletimiz vardır” diye meydan okunması gerektiğini düşünen milliyetçiler oluşturur.

İkinci grup, “çözüme kadar kendi içimizi toparlayalım” diyerek, bir bakıma çözüm “zarureti” ile ayrı devlet arzusu arasında sıkışmışlığı ifade edenlerden oluşur.

Üçüncü grup ise “çözüm olmadan her şey imkânsız” diyenlerden meydana gelir.

Bunlar hariç, ülkedeki hemen herkes dışta kabul gören, içte ise yurttaşını mutlu eden bir “devlet” öngörüsünden hareket eder. Fakat KKTC bugün ne içte itibar sahibi ne de dışta.

Burayı gerçek bir devlete dönüştürecek ve dolayısıyla yaygın siyasal söylemlere zemin kazandıracak üç şey eksik: Ekonomik bağımsızlık, siyasal bağımsızlık ve “halk” muhayyilesi...

Baksanıza “statükoyu yıkma” düsturundakilerin Maliye Bakanı bile, yıllar sonra “statükoyu yıkmak” deyince Türkiye’nin ekonomik reçetelerine tam riayeti anladığını ifade ediyor. Bizde popülizm yaygınmış, oysa Türkiye iyiliğimiz için ekonomik aklın gerektirdiklerini öneriyormuş, bunlara direnmek yanlışmış…

Ortada “üretim” paradigmasından en ufak bir iz yok. Dış yardıma muhtaç, bağımlı ekonomi çerçevesine uygun, tipik muhafazakâr bakışın tekrarı…

Üreten ve ekonomisini bağımsızlaştıran bir yer değiliz. Haliyle siyaseten bağımlı hale geliyoruz. Artık nerdeyse, hangi okulun kırık camının tamir edileceğine bile karar verebilecek iktidardan yoksunuz.

Bir de nüfus kaosu var. Kültürel, sosyal ve siyasal yapıyı hallaç pamuğu gibi atan; özensiz, derme çatma ve acayip bir nüfus politikası… Birileri oturmuş, sürekli farklılaşan yaşam alanlarından bir “vatan” doğmasını bekliyor.

Bir devleti devlet yapan; müstakil yönetsellik, üretken ekonomi ve duygudaş insanlar topluluğudur. Cafcaflı törenler ve beylik nutuklar değil…