Kıbrıslıların mülkiyet duygusu gelişmiştir. Kimse özel mülkünü başkasına yedirmez. Kavgaların çoğu mal mülk yüzünden çıkar.
Tereke demek küslük demektir. Yaşlı anne babadan kalan miras, kardeşler arasında bölünemez ama kardeşleri böler. Karış karış ölçülen tarlanın, bağın bahçenin bir santimetre karesi için kılıçlar çekilir. Cenazeye kadar muhabbetli olan kardeşler cenaze biter bitmez ölümüne düşman kesilirler.
Malını sağlığında paylaştıranlarsa ölmeden mezara konulmayı göze almış demektir. Bunlar kendisine az pay düştüğüne inanan evlatları tarafından anında defnedilirler. “Analıktan ret”, “babalıktan ret” ilanlarının neredeyse tamamının nedeni mal kavgasıdır.
Mülkiyet duygusu, sadece aile içi anlaşmazlıklara yol açmaz. Komşularla didişmeye neden olan da bu duygudur.
Uzaktan bakınca sessiz sakin, kendi halinde sanılabilecek bir mahalle, büyük devletlerin sınır anlaşmazlıklarını andıran ihtilaflar yüzünden içten içe kaynıyor olabilir. Taraflar her an birbirlerine bahçe teli, çit gövdesi, ağaç dalı, tavuk sızması ve hatta kedi miyavlaması yüzünden savaş ilan edebilirler.
Buralarda devletin en çok zorlandığı şey istimlaktir. Projelerin çoğu, kamulaştırmaya karşı direnişe geçen mal sahipleri yüzünden yarıda kalır. Fakat özelin devletten arazi koparması kolaydır.
Sahiplik duygusunda ölçüyü hepten kaçıranlar, duyanı zıvanadan çıkaran iddialarıyla herkesi huzursuz ederler. Bunlara kalsa, evlerinin yanındaki yol ve kaldırım da kendilerine aittir. Bu tipler mahallenin yeşil alanını telleyip içine şemsiyeli piknik masası ve salıncak kondurmayı bile akıl edebilirler. Garaj için en uygun yer de kuşkusuz kamu arazisidir…
Şehirlerde çöp yüzünden kavga eden insan sayısı hiç de az değildir. Belediyenin dağıttığı çöp tenekesini “servetine” ekleyen kimileri evlerinin pencerelerinde her daim nöbettedirler. Birisi konteyneri yerinden oynatacak olsa ortalık karışır.
Bu ülkede herkesin evi ve bahçesi tertemizdir. Fakat kendi evlerinde bu kadar titiz davranan insanların köyleri ve kentleri pislikten geçilmez.
Bu durum galiba, ülkemizi evimiz gibi benimsemediğimiz anlamına geliyor. Sahiplenme duygumuz henüz özel mülklerimizle sınırlı.
Bizim için “evimiz”, “bahçemiz” ve “tarlamız” var… Bunlara bir kez “tutulmuştur” yazdık mı kimse elimizden alamaz. Peki ya memleket?
Dilimiz “bu memleket bizimdir” diyor da, içimiz pek öyle değil… İnsan kendine ait bir şeyi, bu kadar hoyrat kullanır mı hiç?
Ölümüne sahiplendiğimiz şeyler arasında statülerimiz ve makamlarımız da var. Mesela koskoca üniversitenin tartışmalı rektörü olmayı içimize sindiririz. Yerimizi garantilemek için aylarca öteki rektörle sinir harbi yürütüp, üniversitenin içine düştüğü tuhaf durumu umursamayız bile...
Ama iş üniversitenin kurumlarına gelince, makamımız için gösterdiğimiz sahiplenme duygusu buhar olup uçuverir.
Sıradan yurttaştan makam sahiplerine kadar herkes yeni bir sınavda… Bu ülkeyi özel mülkleri ve statüleri kadar sahiplenmeyenler, “yurtseverlik”ten çakacaklar…