Kıbrıslı Türkler’in yok olma korkusu yeni değil. Toplum daha 19’uncu yüzyılın sonlarında adadan silineceği endişesine kapılmıştı.

Bir yandan Rum milliyetçiliğinin yükselmesi öte yandan İngiliz idaresinin başlaması ciddi bir tedirginlik yaratmıştı. Ama endişeyi körükleyen esas şey, yeni koşullarda ayakta kalmayı sağlayacak bir ekonomik düzeyden yoksun olmaktı.

1900’lü yıllara girilirken ada genelinde ticaretin yalnızca yüzde 5’lik kısmı Türkler’in kontrolündeydi. Lefkoşa’da 50’ye yakın Rum tüccar vardı. Türk tüccar sayısı ise bir elin parmaklarından fazla değildi.

“Türk’ten Türk’e” anlayışı da sanıldığı gibi 1960’larda doğmamıştı. Daha 1890’larda Müslümanların Hıristiyanlardan alışveriş yapmasını büyük tehlike sayan gazete yazılarına rastlanıyordu.

Bu tehlikeyi bertaraf etmek için geniş katılımlı bir “milli ticaret şirketi” kurulması bile öneriliyordu. Ayrıca şirketin kuruluşunda “Hıristiyanların şirkete kabul edilmemesi” prensibine bağlı kalınması şiddetle tavsiye ediliyordu.

Ayrı bir Türk pazarı ve burjuvası yaratma çabası 20’nci yüzyıl boyunca devam etti. Paranın yabancılara gitmemesi için sadece Türklerden hizmet almak gerektiği düşünülüyordu. Hatta Türkler tarafından organize edilmeyen konser ve temsillere gitmek bile bir tür vatanperverlik ihlali sayılıyordu.

Zaman içinde paranın yanısıra emlakin de elden çıkmaya başlaması kaygıları daha da artırmıştı.

Kıbrıslı Türk aydınlara göre toplumsal varlığın devamı için işyerleri açmak, ticarete yönelmek ve sermaye biriktirmek şarttı.

Toplumun yok olma korkusu şu günlerde depreşti. Çünkü 20’nci yüzyılın son çeyreğinde kıt kanaat oluşmaya başlayan ve o haliyle bile toplumsal özgüveni artırmaya yarayan varlıklar şimdi “özelleştirme” adı altında Kıbrıslı Türklerin elinden çekilip alınıyor.

Yerli sermayenin bilgisine dahi getirilmeden özelleştirilen kurumların Kıbrıslı Türkler için anlamı çok “özel.” Toplumsal hafızada yer etmiş yok olma korkusu hesaba katıldığında, bu kurumları Kıbrıslı Türklerle ilişkisiz kılmanın, toplumun gelecek hayallerini yere çalmakla eşdeğer olduğu kolaylıkla anlaşılır.

20 Mayıs 1897 tarihli Mir’at-ı Zaman gazetesinden küçük bir alıntı… 114 yıllık bu nasihat belki “özelleştirme” fanatiklerini azıcık dizginlemeye yarar:

“Ticaret ve sanattan yoksun olan toplumların ne kadar fakr ve zarurete düşerek ıstırap ve sefalet içinde yaşamlarını sürdürdüklerini ve sonunda feleğin ufak bir darbesiyle ayakta kalmayı başaramayıp yıkılıp gittiklerini okuyoruz. Ve üzülerek söyleyelim, bizler de sanat ve ticaretten yoksun o talihsizler takımındanız. Gözümüzü açalım, düştüğümüz şu alçaltıcı hastalıktan yakamızı kurtarmaya çalışalım; bu alçaltıcı hastalığın en etkili ilacı ticaret ve sanattır. Karşı karşıya bulunduğumuz tehlikenin büyüklüğünü az çok gören uyanık kişilerin sözlerine bakarak, okullar açmaya, tekmil eğitime, ticaret yapmaya özen gösterelim. Çünkü böyle yapmazsak çok sürmez her türlü umutlar, fırsatlar elden gidecek; bizim de ah vah çekmekten başka bir avuntumuz kalmayacaktır.”