20 Temmuz 1974 sabahı rahmetli Babam mevzideydi... Rum askeri tahkimatının en güçlü olduğu noktalardan birisi olan Ledra Palace, evimizden sadece 200 metre kadar uzaktaydı. Haliyle bizim ev de, oradaki mevzilere ayna gibi hedef teşkil ediyordu.
Hem kurşunlara hedef teşkil etmesi bakımından, hem de karşı taraftan bir taarruz olduğu takdirde ilk girilecek sokak ve evler arasında olması nedeniyle;
100-150 metre daha içeriye, biraz daha emniyetli bir yerlere çekilmemiz istendi.
Aynı sokakta ama biraz daha içerideki – o günlerde sakinlerinin yurt dışında tatilde olduğu – bir akraba evine çekildik...
Havan yağmuru altında ve sokakların yaylım ateşine maruz kaldığı koşullarda, havanın karardığı sırada, tam da 150 metre yerde sürünerek varabildik oraya...
O geceyi hiç unutmam...
Kurşun yağmuru ve düşen havanlar arasında ilerlerken, Annem ve kızkardeşimden birini veya her ikisini de bir daha göremeyeceğimi, nerede olduğunu bilmediğimiz Babamı bulamayacağımızı ve evimize de dönemeyeceğimizi düşündüm sürekli olarak...
Tanrıya şükür ki, Türk ordusunun çıkarma harekatı başarılı olmuş, Ağustos’daki ikinci harekattan bir süre sonra da;
Sanırım Ekim ayı başıydı, evimize dönebileceğimiz bildirildi. Bulunduğu birlikten izin alarak gelen Babamın da bize katılmasıyla, 20 Temmuz sabahında kapısını bile kilitlemeden apar topar ayrıldığımız evimize geri döndük...
Hemen yolun karşısındaki Diken apartmanında mermi izleri yer almasına karşın;
Evimizde mevzi kurulmadığı için hasar da olmamıştı.
Rum mevzilerinin yerini artık BM gözetleme noktaları almıştı ama yine de uzunca bir süre;
Ledra Palace’a bakan pencerelerimizi açamadık, adeta tabak gibi otelin karşısında olan balkona çıkamadık, zorunlu olarak çıktığımızda da fazla duramadık.
Rum tarafındaki dürbünlü tüfekli uzaktan nişancıların her an Ledra Palace’ta mevzi işgali yapıp bizim tarafa ateş açabileceklerine dair yetkililer tarafından da uyarılar yapılıyordu zaten...
Tüm bunları niye anlatıyorum?
***
20 Temmuz 1974 sabahından neredeyse 40 yıl sonra;
O savaş şartlarında kaçmak zorunda kalırken bile;
Sadece pancurlarını kapatıp, kapıyı çekerek çıktığımız ve sıcak çatışmalar durduktan sonra geri döndüğümüzde, eşyalarıyla birlikte aynen terk ettiğimiz gibi bulduğumuz;
Ve Annemle Babamı kaybettiğimiz için artık içinde kimsenin oturmadığı evimize son bir yılda, belki de üçüncü-dördüncü kez pancurları zorlayıp açarak hırsız girmesinden dolayı;
Pencerelerini en kalın çiviler kullanarak dıştan tahtalarla çakmak durumunda kalırken, içimin nasıl yandığını, nasıl ağrıma gittiğini ve bana ne çok dokunduğunu sizlerle paylaşmak için...
Düşünün... Her konuda olağanüstü bir durumun yaşandığı, güvenliğin risk altında bulunduğu ve normal zamanda rastlanmayan davranışların geçerli olduğu savaş veya sıcak çatışma ortamlarında;
Canınıza da, malınıza da zarar gelme ihtimali çok yüksektir.
Ve insan da kendini bu koşullara hazırlar...
Lakin... “Artık Kıbrıslı Türk toplumu huzur ve güven içinde” denilen ve normal diye takdim edilen şu koşullarda;
Her tarafı sıkı sıkıya kapalı, hatta birkaç kez girildiği için çeşitli noktalarda zincirli ve asma kilitli bir eve, pancurlarını indirip girebiliyorsa birileri arka arkaya birkaç kez;
Ve her girdiğinde ata yadigarı çok değerli bazı eşyaları büyük bir cüretle ve korkusuzca alıp gidebiliyorlarsa;
Savaşın patlak verdiği gün, terk ederken duymadığımız endişeden çok daha fazlasını bugün duyuyorsak eğer kapalı ve kilitli evimizle ilgili olarak;
Ve birileri sizi;
“Aman Ali Bey, hiç belli olmaz, bu evde birinin yaşamadığını öğrenirlerse, kırıp girerler, yerleşirler, sonra da şikayet ettiğiniz zaman;
‘Bizi buraya ev sahibi soktu, çıkmayız’ derler ve siz de çıkaramazsınız onları” şeklinde uyarıyorsa;
Kendinizi nasıl “huzur ve güven” içinde hissedebilirsiniz ki?
***
Rahmetli Babamın özellikle heykel çalışmaları ve atölye olarak kullandığı konutta;
Alet-edavat, heykel malzemeleri ve hatıra eşyaları sattığı dükkanından çeşitli eşyalar da bulunmaktaydı.
Bir kez arka bahçe kapısı kırılarak girildi ve eski bir gramofon ile ahşap çerçeveli antika bir büyük radyo alındı.
O gün arka kapıyı zincirleyip, bazı pencerelerin pancurlarını da güçlendirdim.
10 gün sonra, arka kapının zincirini kırılmış ve bu kez bodrumuna da girilmiş olduğunu fark ettim. Ve yine bazı eşyalar götürülmüştü...
Polisi haberdar ettim. Geldiler, baktılar...
“Ali Bey, siz tedbirlerinizi artırın, biz de bir ay boyunca devriyenin bu sokaktan da geçmesini sağlarız ama takdir edersiniz ki, buraya devamlı nöbetçi koymamız mümkün değil, devriye geçerken karanlıkta arka bahçede saklanan birisini tespit etmemiz çok zor, devriye geçtikten sonra yeniden faaliyete geçebilir, bu arada siz de, biz de, eskicilere bir bakalım, çalınan eşyalarınıza rastlarsanız da bize haber verin” dediler ve gittiler...
Haliyle bir sonuç elde edemedik tabii...
Polisten incelemeye gelen arkadaşların iyi niyetinden, komutanlarının gösterdiği ilginin samimiyetinden kuşkum yok tabii...
Ama olmuyor işte...
Ülkede devlet otoritesi yok çünkü...
Böyle olunca da; memlekette kimin yaşadığını ve kimin ne yaptığını bilebilen bir makam yok...
En son geçtiğimiz ay taktığım yeni zincir ve kilit de kırılmış ve yeniden girilmiş içeriye...
Yine birşeyler alınmış...
Gittim, daha güçlü bir zincir ve kilit aldım, en sonunda onu taktım...
Ve dün komşular aradı öğle vakti...
“Ali Bey, pancurlar açılmış ve pencerenin içinde bazı malzemeler var, birileri evinize girdi, gelseniz iyi olur” dediler...
Gittim baktım, gözlerime inanamadım...
Pancurları zorlayıp kıran adam veya adamlar, belli ki bazı malzemeleri taşımışlar, taşıyamadıklarını da “arkası yarın” misali daha sonra almak üzere pencerenin iç tarafına sıralamışlar.
Bu kez arka bahçeye bakan kapının zinciri kırılamamış ama zorlandığını anlamamak mümkün değil...
“Şimdi polisi arayacaksın” dedim... “Gelecekler ikinci hadisede olduğu gibi içeriyi dolaşacaklar, bakacaklar ve benzer bir ifade alıp, aynı şeyleri söyleyip gidecekler, ne değişecek?” dedim kendi kendime...
Gittim yeni bir zincir daha aldım, birkaç saatimi alsa da, bütün pencereleri tahtalarla yeniden çaktım ve evi,ABD’de kasırga bekleyen kapıları pencereleri çakılı evler misali “metruk” bir yapıya dönüştürdüm adeta...
Daha fazlasını da yapamam... Dört bir tarafını kameralarla donatacak gücüm de yok ve zaten artık kelepir fiyata satmayı düşünüyorum, Lefkoşa’daki çocukluk ve ilk gençlik anılarımla dopdolu o binayı...
Nereden nereye geldik, değil mi?
20 Temmuz 1974 sabahı, çok riskli ve savaş şartlarında güvenli olmayan bir yerde olan evimizi terk edip geri döndüğümüzde;
Kapısından, penceresinden tutun, içindeki eşyalarına kadar herşeyi tamam bulmuştuk.
Şimdi ise her gittiğimde;
Birşeyleri mutlaka eksik ve daha kötü buluyorum...
Ülke kötüye gidiyor esasında...
Huzur ve güven eksiliyor...
Devlet otoritesi bitti, bitiyor...
Biz bitiyoruz bir yerde...
***
Rahmetli Babam, 20 Temmuz sabahından sonra, görev yerinden ilk kez yanımıza geldiğinde;
“Şükürler olsun, artık bu ülkede huzurlu ve güven içinde olacağız, kimse bize saldıramayacak veya saldırmayı düşünemeyecek” demişti.
Demişti de;
Bir ayrıntıyı o da atlamıştı herhalde...
Evet, sınırlarımız Türk ordusunun güvencesi altında dıştan bir tecavüze karşı ve bu bakımdan haklıydı bence de...
Lakin... O sınırlar dahilinde yaşayan Kıbrıslı Türk toplumunun içteki güvenliği ve huzuru için aynı şeyi söylemek mümkün mü?
Son zamanlarda iyice artan silahlı ve kanlı olaylar, cinayetler, kundaklamalar, hırsızlıklar, soygunlar, kaçakçılıklar, tecavüzler, bireysel silahlanmalar ve hesaplaşmalara baktığımız zaman;
Kıbrıslı Türkler için “huzur ve güvenden” nasıl söz edebiliriz?
***
“İstikrar” son zamanların “en sihirli” sözcüğü oldu bu ülkedeki iktidar için...
İşin ilginç yanı;
Türkiye’deki hükümet yetkilileri de Kuzey Kıbrıs’a her geldiklerinde;
Söze “istikrar” ile başlayıp, “istikrar” ile bitiriyorlar...
Kendilerine göre buradaki iktidar “istikrarı” temsil ediyor olabilir.
Öyle ya... Ekonomik reçeteyi onlar yazıyor, buradaki iktidar sahipleri de kayıtsız şartsız uyguluyor. Onlar için “istikrar” bu...
Peki ya suç artışındaki “istikrar” ne olacak?
Ya Devlet otoritesinin hızla dibe vuruşuyla ilgili “istikrar”?
Suç ve suçlu cenneti olma yolundaki “istikrar”?
***
Geçtiğimiz ay halihazırda oturduğum evin kapısına üçüncü bir emniyet kilidi taktırdım.
Ailemin güvenliği açısından bulunduğum bina ve çevresinde tahkim edilmesi gereken her noktayı gözden geçirdim bir daha...
Maddi anlamda zorlansak da, bazı tedbirler aldık...
Ama nereye kadar?
Ülke cehenneme dönmek üzere ve bu cehennem ateşinin sarmalında bir “vaha” yaratmanız da kolay değil...
Ne yapalım yani artık?
Bahçe duvarlarını dikenli tellerle çevirip, kritik bazı noktalara kum torbaları yerleştirerek, mazgallar mı açalım?
Yoksa evlerimizi beton mevzisi haline mi dönüştürelim?
***
Dün Ledra Palace’ın hemen karşısındaki evimizi, 40 yıl önce yapmadığımızı yaparak, kalın çivilerle çaktığımız tahtalarla bu kez “içten” gelen saldırılara karşı tahkim etmek zorunda kaldık.
Biliyorum... Bir süre sonra onların da hakkından gelecekler...
Burası KKTC çünkü... Buradaki rejim, vatandaşının can ve mal güvenliğinden çok;
Oligarşinin “selameti ve güvenliğiyle” ilgilidir.
Maalesef...
(NOT: Bu ülkenin Meclisi, artan suç ve suçlulara karşı caydırıcı ve önleyici yasal düzenlemeler yapmadığı, hükümet edenler ise, ülkeye giriş-çıkışları kontrol altında tutamayıp takip edemediği ve de nüfusunu sayamadığı için haliyle bilemediği sürece, suç ve suçluların sayısındaki artış devam edecektir. Nüfus saptanamadığı için de emniyet güçlerimizin artan suçlar karşısında ihtiyaç duyduğu personel, araç-gereç ve teçhizat da saptanamayacaktır. A.T.)