Bu ülkede yaşamı en çok zorlaştıran şey, gündelik hayatı kuşatan daimi huzursuzluk duygusudur.
Huzursuzluk, sadece bize ait bir duygu değil elbette... Hatta modern çağın insanını tanımlamak için bu sözcüğü kullanan filozoflar bile oldu.
Bizdeki huzursuzluğun, modernleşmenin yol açtığı duygusal tahribatla tamamen ilgisiz olduğu söylenemez. Tekin olmayan rekabet ortamı, yarışmacı zihinsel formasyonun tartışılmaz saltanatı ve her şeyin baş döndürücü bir hızla değişmesinden kaynaklanan gelecek korkusu bizi de sarmalına alıyor. Fakat korkularımızın tek kaynağı çağın dayattıkları değil.
Bizde ağır savaş travmasının izleri henüz silinmedi. Üstelik savaştan sonra kurulan ortam, yeterince teskin edici değildi. Zamanı kötü kullandık.
Bundan beş on yıl önce memleketi idare eden zevat, halkın hastalık derecesinde mutsuz olmasından yakınıyordu. Onlara göre ülkede çok güzel işler yapıyorlar ama hayatından bezmiş bu halk, mütemadiyen şikâyet etmeye devam ediyordu. “Size yaranmak imkânsız; çünkü hepiniz hastasınız” demeye getiriyorlardı.
Halkın o zaman da kederli ve umutsuz bir havası olduğu doğruydu. Yanlış olan, bunu sosyolojik bir sonuç olarak değil de doğumsal hastalık olarak görmekti. Önce dramatik savaş yılları… Arkasından disiplinsiz ve adaletsiz yeniden yapılanma devri… Peşinden bu düzenden kurtulma umuduyla ayaklanan halkın silkinip kendine geldiği hesaplaşma dönemi... Sonrası, devrimci önderlerin (!) “evinize dönün” çağrılarıyla akamet uğratılmış olmanın verdiği derin bir hayal kırıklığı, yılgınlık ve kadere boyun eğme hali…
Toplumun kendine inancını kazanmasına ramak kala, “halkın aklının ermeyeceği büyük stratejiler” uğruna bu ihtimalin üzerinden silindir gibi geçip de arkasından “hepiniz hastasınız” demek dehşetli bir vicdansızlıktı.
Geçmişi yaralı yerlerde, bu yaraları sarmak için çok daha şefkatli olmak gerekir. Ağır mirasın herkesin omuzlarında yük olduğunu bilerek adil, iş disiplini yüksek ve iyi organize olmuş bir yönetim sergilenmeli. Bunun için stratejileri değil insanları önemsemek icap eder.
Evet huzursuzuz. Ama huzursuzluğumuz nedensiz değil. Güven ve güvenlik duygumuzu kaybettik... Trafik ürkütücü, gıdalar güvenilmez, insanlar korkutucu…
Kafaların, kolların, bacakların kopup savrulduğu yollarımız var. Trafikteki kaza ve ölüm olayları haddinden fazla.
Üzüm memleketinde üzüm yemekten korkar hale geldik. Börülceye çoktan sırt döndük. Tarımı kimyasal zehir ve hormon kullanma kolaycılığına indirgeyen tuhaf anlayış hepimizi sebzeden meyveden soğuttu. Ne içtiğimiz sudan eminiz ne de yediğimiz ekmekten. Bütün bunların üstüne bir de bitmek bilmez gerilimler, savaş tamtamları…
Vatandaşına gönül rahatlığıyla üzüm bile yediremeyenler, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarındaki haklarını çiğnetmemek için cevval bir şekilde kendilerini öne attılar.
Hasta değiliz… Mutsuzluğumuz küçük işleri yoluna koyamayan ama büyük stratejiler için kul olmaya hazır zevatın emrinde; müebbet sevgisizlik ortamına mahkûm edilmekten...