Kozalarına sığınanlar ve doğru siyasi önderlik

Makale yazarken taslak hazırlamam… Kafamda ne varsa aynen dökerim satırlara…

                            

Doğru olduğuna inanıyorsam yazdıklarımın… Ve de doğruluğunu defalarca teyit etmişsem tecrübelerim ve tanıklıklarımla… Hiçbir şeyi kollamadan, kıvırmadan, dolayısıyla yazdığımı sulandırmadan ama en önemlisi parmağımın arkasına saklanmadan çalışır kalemim… Ya da bilgisayarımın tuşları…

                              

Klavyede hızla yazarken yanlış bir tuşa basma olasılığına karşı, kelime veya dilbilgisi hatalarına son bir kez bakarım sadece… 

                              

Kötüye, kötülüğe ve şer odaklarına karşı da Allah’a sığınırım. Doğruyu savunduğuma inandığım, davama da adandığım için Tanrı’nın bana gereken kuvvet ve ihtiyaç duyduğum desteği vereceğine inanırım.

                              

Ha bugün düşmüşüz toprağa, ha yarın… Önemli olan o ana kadar doğruları yazmak ve söylemek bahtiyarlığıyla vicdani huzurunu yaşamak değil mi?

                              

Veya sizi ileride bir vesileyle anacak olan evladınıza “babam” diye söze başladığında, o onuru yaşatmak değil mi?

                               

Yoksa korku, kaygı ve insan beynini bir kurt gibi kemiren endişelerle uzun bir ömür yaşasanız ne yazar?

                              

Kula kulluk edilen bir düzene isyan etmeden, önüne gelenin önünde eğilip büküldüğünüz koşullarda omurgasız bir şekilde yaşamanın da zaten ne anlamı olabilir ki?

                              

Bir tek Allah’ın önünde secde etmek varken, herhangi bir kulun “lütuf” veya saldığı korku sonucunda kendi omurganızı, kendi ellerinizle sakatlayarak bükülmeniz mümkün mü?

                              

Yapanlar olabilir… Hele bu ülkede bolca da bulunabilir bu cinsler… Ama bu satırların yazarı bu cinsten olmadı hiç…

                              

Rahmetli Mehmet Şinasi Tekman, sadece eve ekmek getirip karnımızı doyuran bir baba olmakla yetinmedi çünkü…

                              

Omurgamızı, başımızı nasıl dik tutmamız gerektiğini, haksızlıklar karşısında bir kez belimizi büktüğümüz, başımızı eğdiğimiz takdirde hep iki katla halinde kalacağımızı, birilerinin sonunda mutlaka eğilen o başı da alacağını öğretti bize…

                              

Sahteliğe, ahlaksızlığa, gombinaya, yalana, riyaya, dönekliğe, haset, fitne fesada, insan onuruna tecavüze, her türlü orostopolluğa, şerefsizlik ve ihanete karşı nasıl kendi kendimizi tahkim etmemiz gerektiğinin ipuçlarını bir “yaşam anayasası” gibi hazırlayıp bıraktı en büyük miras olarak…

                              

Böyle değerli bir mirası elimizin tersiyle bir kenara itebilir miyiz?

                               

Bunu yapacağımıza, kendi kendimizi, ellerimizle açtığımız çukura atarız da, belimizi kırıp, boynumuzu bükmeyiz.

                                           *                   *                   *

                              

Dünkü “Son ve En Kutsal Mevzimdeyim Artık” başlıklı yazımla ilgili olarak beni arayan, yazıyı okuyup yorum gönderen ve benimle bir şeyleri paylaşmak istediğini söyleyip biraraya gelmemizi isteyen okuyucularımızın ilgisi beni şaşırttı açıkçası…

                              

Meğer ne kadar insan benim o yazıda ortaya koyduklarımı paylaşıyormuş ve bu acımasız düzene karşı isyan içindeymiş…

                              

İnanamadım doğrusu… İnanamadığım bir başka husus ise;

                              

Bu kadar fazla insanın böylesi isyanlarına rağmen nasıl olur da bu Allahsız statükoyu bir milim geriletemedikleri gerçeğiydi.

                              

Sanırım siyasi rejim en ciddi önlemini bu noktada aldı.

                              

İnsanlık onuru adına isyan edenlerin biraraya gelmelerini engellemek için akla gelen her türlü bölücü ve parçalayıcı unsuru en etkin bir şekilde devreye soktu ve devrede tutmaya da devam ediyor.

                              

Öyle ki aynı dava için yola çıktığınızı düşündüğünüz insanlar arasından bile sizi, ya telkinlerle, ya da onaylamanızın mümkün olmadığı sistemin üslubundaki davranış biçimleriyle yılgınlığa itip, birlikte mücadeleden soğutacak, hedef birlikteliğinden uzaklaştıracak olanlar bile çıkmaktadır zaman zaman…

                               

Sonuçta pek çok değerli insanımız, tıpkı dün yazdığım gibi, kendi son ve en kutsal mevzilerine, yani aileleriyle oluşturdukları kozaların içine çekildiler.

                              

Peki, o kozalar ayrı ayrı direnirken yeterince muhkem ve mukavim olabilirler mi? Veya daha ne kadar süre öylece kalabilirler?

                              

Elbette bunların duygu ve hassasiyetleriyle temel karakteristiklerini iyi etüd edip anlayan, onları küçümseyip itmek yerine, hissettiklerini büyük bir ustalık ve maharetle işleyip örerek, bir hedef birlikteliğinin bayrağı yapabilecek doğru siyasi önderlik ortaya çıkana kadar…  Aidiyeti bu topraklarda olan, duyguları da bu toprakların insanlarıyla paralel bir siyasi önderlik…

                              

Var mı şu anda böyle bir önderlik?

                              

Ufukta bile yok… Sorun da bu değil mi zaten?     

                                                                             

{ "vars": { "account": "G-2P5695J8JB" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }