Bizde birbirini çekiştirmek, modası geçmeyen bir alışkanlıktır. Kimse kimsenin yaptığı işe saygı duymaz. Başkalarının sunduğu hizmeti hep yetersiz buluruz. Yapılan her işe burun kıvırırız.
Bu peşin başarısızlık kabulü, tuhaf bir biçimde başarısızlığı besler ve tazeler. Nasıl olsa herkes kendini en kötüye ayarladığı için, beklentiler ve haliyle düşkırıklığı eşiği düşer, performans kaygısı da kendiliğinden buhar olur uçar...
Ünlü psikiyatrist Vamık Volkan, bir vakitler Kıbrıs’ta özellikle belirli bir başarı çıtasını aşan kişi ve kurumların çok daha fazla eleştiriye uğradığına işaret etmişti. Volkan konuya ilişkin kısa sunuşunda, içkin başarısızlık duygusunun, başkasının başarısını çekememe şeklinde tezahür ettiği mealinde şeyler anlatmıştı.
Volkan’ın bu saptaması dışında, toplumsal ve müzmin duygumuzun kaynağını anlamaya yarayacak pek bir kaynak yok... Elbette, el yordamı sosyolojik bulgular ve başka zamanlarda başka şeyleri açıklamak için kurulmuş bazı sihirli cümleler dışında...
Ünlü filozof Spinoza’ya göre “yalnızca özgür insanlar birbirlerine içten minnettarlık duyarlar.” Çünkü ancak özgür insanlar birbirlerine yararlıdırlar. En sıkı dostluk bağı, eşit sevgi dürtüsü ve iyilikte bulunma çabası ise yalnızca birbirlerine yararlı olan insanlar arasında görülür.
Gerçi Sipnoza’nın “özgür insan” derken kastettiği şey çok başka. Ama dediğimiz gibi, başka zamanlarda başka şeyler için sarf edilmiş cümleler bazen sihirli bir şekilde ufuk açıcı olabiliyor.
Spinoza’ya ait, felsefenin derinliklerinde kotarılmış “özgürlük” kavramı, bir insanın ya da bir toplumun özgürlüğünden ya da tutsaklığından çok daha fazlasını anlatıyor. Ama bu durum, sözü edilen kavramı, bizim kendi gerçekliğimizdeki karşılığıyla kullanmakta “özgür” olmadığımız manasına gelmez.
Gerçekten de bizim sorunumuzun kaynağında “özgür” olamamak mı yatıyor? Bunun üzerinde durmaya değer...
Kıbrıslı Türkler’in özgür olmadıklarını söyleyen çeşitli kesimler var. Bunların çoğuna göre bizi tutsak eden Türkiye’nin kendisi... Bunlar uluslararasında kabul gören “işgal” söylemine açıkça ya da örtük biçimde destek verirler.
Oysa Kıbrıslı Türkler’in özgürlüğünü kısıtlayan çerçeveyi anlamak için galiba meseleye daha geniş bakmak gerekiyor. Bizim prangamız statüsüzlük ve yarının belirsizliği...
Bugün neyiz belli değil... Ayrı devlet mi, Türkiye’nin vilayeti mi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin parçası mı? Yarınımız da belirsiz... Tayvanlaşmak mı, Anadolulaşmak mı, yoksa AB toprağına dönüşmek mi?
Bugün dünyayla bağımız yok. Örneğin işletmelerin küresel çağda dış bağlantıdan yoksun kalması başlı başına bir tutsaklık nedeni değil mi? Bir toplum için bu çağda global akreditasyonlardan, uluslararası standartlardan ve dünyalı kriterlerden mahrum kalmaktan daha ölümcül ne olabilir ki?
Dışta tutuldukça hem yaptığımız iş hem de zihniyetimiz korsanlaşıyor. Böylece en başta kendimize duyduğumuz inancı ve güveni yitiriyoruz.
Kendimizle barışmak için esaretten kurtulmamız şart...