Rum lider Dimitris Hristofyas, “adada iki ayrı varlık olduğu biçimindeki yaklaşımı kabul etmemiz mümkün değildir” demiş.
Arkasından sözü varoluş mitinglerine getirmiş ve eklemiş: “Kıbrıslı Türkler varlıklarını ve kimliklerini kaybetmekten endişe duyuyorlar. Biz onlara dost elimizi uzattık.”
Yani Hristofyas demek istiyor ki “Kıbrıslı Türkler’in kendilerini bizden ayrı bir varlık gibi görme hakları yoktur. Ama Türkiye’ye karşı varlık mücadelesine girişmeleri pek münasiptir.”
Hristofyas şunu da söylemiş oluyor: “Kıbrıslı Türkler Türkiye’ye karşı ayaklandılar. O halde bize sığınacaklar. Kucağımızı açtık bekliyoruz.”
Aslında Hristofyas bu tespitleriyle hem tarihi hem günceli ıskalıyor.
Kıbrıslı Türkler’in varlıklarını yitirme korkusu yaşadıkları doğru. Toplum yüz yılı aşkın bir süredir yok olma endişesi yaşıyor.
Fakat bu endişenin tarihteki kaynağı Hristofyas’ın ifade ettiği biçimiyle “Türkiye’nin boğucu kucaklaması” değil. Kıbrıslı Rumlar’ın milliyetçi kabarması...
Tükenme korkusu bugün Türkiye’nin tavrıyla yeni bir boyut kazandı. Ama Hristofyas’ın zannettiği gibi, korkuyu besleyen sadece Türkiye değil.
İşin özeti şu: Kıbrıslı Türkler varlıklarının tehlikede olduğunu düşünüyorlar. Bu düşünce, geçmişte sadece Rumlar’ı tehdit olarak kodluyordu; bugünse hem Rumlar’ı hem Türkiye’yi...
Bu aynı zamanda, Kıbrıslı Türkler kendilerini “ayrı bir varlık olarak görmeye başladılar” demek...
Yani “adada iki ayrı varlık olduğu biçimindeki yaklaşım”, Hristofyas’ın sandığı gibi Türk müzakere heyetinin, halktan kopuk diplomatik bir tasarımı olmaktan daha fazlasını ifade ediyor.
Kıbrıslı Türkler, ne Rumlarla ortaklığa ne de Türkiye ile entegrasyona razı. Birinden uzaklaşınca ötekine yaklaşmış olmuyorlar.
Kendilerini “Kıbrıslı Türk” adında “ayrı bir varlık” olarak görüyor ve bu varlığın kendi yönetselliğine sahip olmasını arzuluyorlar. Lakin bunun imkânsızlığı nispetinde savruluyorlar. Bazen “Türkiye’siz hiçiz” duygusuna kapılıyorlar, bazen “çözüm olmazsa mahvoluruz” duygusuna... Ama kalplerinden geçen “kendi kendine yetebilmek; kendi olabilmek.”
Geçmişte birlikte AB’ye girme fırsatı doğmuştu. Gerçekten de Türkler o zaman Rum tarafından bir yardım eli beklediler. Malum; beklentileri boşa çıktı.
Bugün gözleri güneyden uzanacak bir el aramıyor. Çünkü o el artık “dost eli” değil “yaban eli.” Şu “gölge etme”yle başlayan meşhur söz, öte yandaki “dostalardan” beklentiyi açıklamak için kâfi.
Kıbrıs sorunu neydi, ne değildi uzun mevzu. Bu sorunun biçimlendirdiği görüşler, bugünü kendilerince yorumlamakta özgür. Fakat “sosyolojik akış”ı hesaba katmadan oluşturulan “siyasal duruş” eğik, bükük ve yamuktur.
Kıbrıslı Türkler’e “Türkiye’ye karşı ayaklanınca” el vermek ama dünyanın bir parçası olmaya çabalarken sırt dönmek pek “dostane” bir davranış olmasa gerek.
Stratejik “dehanızın” rehineleştirdiği insanlar sizi dost mu sayar sandınız? “Düşmanımın düşmanı dostumdur” diyen, gün gelir, alır sahte dostluğunu başına çalar.
Bu sözler, “Kıbrıs sorunu mühendisliği”nin pek muteber, pek ağır politik ve diplomatik literatürü içinde duygusal mı kaçtı? Kaçsın...
Duygusal davranmak da mı BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı?