Bundan 20-25 yıl öncesine kadar sinemanın anlamı başkaydı. Halk sinemaya sosyalleşmek için gider; gitmişken biraz da ‘kamusallaşırdı.’
Özellikle köy sinemaları, köy kahvehanelerini andırırdı. Rum’dan kalma eski salonlara doluşan halk, yiyip içerek ve sohbet ederek film izlerdi.
Boş meşrubat şişleriyle çekirdek ve fıstık kabukları daha filmin ortasına gelmeden, salonunun zeminini kaplardı.
Eski izleyici oldukça gürültücüydü. Filmi sanki evindeymiş gibi izler, canı çektiği anda ve istediği tonda yorumlardı. Salonun duvarlarında sık sık alkış ve ıslık sesleri yankılanırdı. Maç seyircisi gibi galeyana gelerek ayaklanmak da sürpriz sayılmazdı.
O vakitler kullanılan teknoloji epey sorunluydu. Görüntü devamlı kopar, ses sinir bozucu bir şekilde alçalır ya da yükselirdi. Seyircinin bu arızlara tahammülü yoktu. Anında tepki verir, “makinist ses” veya “yuh” sesiyle tepkisini ortaya koyardı.
Zaman artık değişti. Haliyle sinemanın anlamı ve adabı da öyle... Sinemalar şimdi daha “özel” mekânlara dönüştü. İzleyicinin filmle kurduğu temas “toplumsal” değil, “bireysel.”
Modern izleyiciden salona sessizce yerleşip, salondan yine sessizce ayrılması bekleniyor. Hele gösterim esnasında, değil yüksek sesle, fısıldaşarak bile konuşmak ayıpların en büyüğü. Salonda sessizliği sağlamak için meşrubatın dışarıda açılması, naylon ambalajlı çerez yenilmemesi isteniyor.
İzleyici davranışıyla modernleşme arasında ilişki kurulması aslında yeni değil. Toplumun her alanda “modernleşmesi” gerektiğine inanan Söz gazetesinin 26 Kasım 1935 günkü manşeti, “Tiyatroda Öksürmemek İçin” başlıklıydı.
“Öteden biri öhöö deyince, bu münasebetsiz öksürük bulaşık bir hastalık gibi hemen birçok kimselere geçer, öksürenler birden bire çoğalır” denilen yazıda, salonda öksürmemek için yapılması gerekenler şöyle sıralanıyordu:
“Öksürme arzusu daha ilkin başladığı vakit üst dudağınızı, burnunuzun yanından biraz zorlu olarak sıkarsanız öksürük hemen kalır.
Bu çareyle zaten aksırık da durdurulur. Dudak sıkmakla öksürük arzusu geçmezse bir kulağınızın yanından sinirler üzerine sıkıca bir basarsınız. En iyisi parmağınızı ağzınıza sokarak damağın üzerine bastırmaktır ama tiyatroda ağıza parmak sokmak ayıp olmasa!
Zaten sinirlenerek gelen öksürükleri insan hiçbir şey yapamadan yalnız irade kuvvetiyle geçirebilir. Böyle öksürükleri kaşınma arzusuna benzetirler. İnsan utanacağı yerde burnunu kaşıyamadığı gibi öksürüğü de tutabilir. Hele ‘tiyatroda öksürenler dışarı çıkarılacak’ diye bir nizam konursa, emin olunuz herkes öksürüğünü tutar.”
Bu yazının üzerinden 76 sene geçti. Artık köy sinemaları da yok... Gürültücü “köylüler” de... “Modernleştik.”
Lakin sinemaya gitmek eziyet. Etraf, “aha şimdi vuracak gendini” diye bir sonraki sahneyi tahmin eden; patlamış mısırını damaklarını patlatarak yiyen; cep telefonunu bir fener gibi kullanıp sıra aralarında dolanarak “ma nerdesin be?” diye arkadaşını arayan; sessiz çalan telefonunu “alo, sinemadayım canım” diyerek sesli yanıtlayan “modern” dolu...
İnsan köyünü özlüyor... Köyünün olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olan insanını...
- - - -